büyük maç en nihayetinde gelip çatmştı.
beni maçtan önce hangi taktik anlayışıyla sahaya çıkacağımdan çok hangi tarz kıyafetlen sahaya çıksam telaşesi sarmıştı. gardırobumu açıp şöyle bir baktım. aşafman tarzı bir şeyler aradı gözüm ilk başta. ama o zaman sanki yataktan kalkmış da maça gelmişim izlenimi olabilirdi. vazgeçtim. takım elbise de karar kıldım.düğünlerde giyinmek üzere sakladığım takım bana bakıyordu. başka şansım yoktu onu giymeye karar verdim.
maçtan önce soyunma odasına girerken futbolcusundan,yardımcı antrenörüne kadar herkes altlı üslü takım barselona aşafmanlarını giymişlerdi. bir ben bayramlıkları çekmiş, etrafta dolaşıyordum. o sıra etrafta bir türk olsa elimi öpmekten kendini alıkoyamazdı. yardımcı antrenör ile göz göze geldik:''bana neden vermediniz lağn bunlardan'' dedim ama adam ispanyol olduğundan anlamadığı dediklerimi.gülüştük karşılıklı. ama benimki yapmacık bir gülüştü,içim kan ağlıyordu oysa. dua ettim rakip takımın teknik direktörü de benim gibi giyinmiş olsun diye. ama maç sırasında görecektim ki, bayramlıkları giyip gelen tek kişi bendim.
soyunma odasına girince herkes üstünü değitirip formalarını giyiyorlardı. hepisinın cıplak vucütları olabildiğince kalın ve kaslıydı. benim üstümde gömlek ceket olmasına rağmen onların cıplak vucudü benim vucüdün eline veriyordu. o sırada messiye kaydı gözlerim. bi onun eline veriyordum vucüt konusunda. gittim yanına kafasını okşadım. babacan bir tavırla ''goçum benim'' dedim. pis pis baktı bana. sonra '' ben senin teknik direktörürüm lağnn, istersem seni oynatmam bugün'' dedim. ama dediklerim türkçe olduğundan ne yazik ki o da anlamadı beni.
santra ile mücadele başlamıştı. şampiyon olmak istiyorsak kendi evimizde real madrid'i mutlak süretle 2 farklı yenmek zorundaydık. sahaya çıkınca şöyle bir atmosfere baktım. oradaki 80 bin kişiyi yanyana koysak armut gibi belli ederdi bu takım elbise beni. bu salak takımı giydiğim yetmezmiş gibi bir de tıraş olmasaydım keşke. armut gibi belli olmama armutlar katmıştı bu tıraş. takım bastırıyor, gol kaçırıyor,kalemizde tehlikele görüyoruz ama benim aklım kıyafetimde. maç sonrası bu lanet takımla röportaj verme fikri beni benden alıyordu resmen. neyseki 15. dakikadan sonra kendimi maça verebilmiştim.
hep soğukkanlı bir antrenör olmak istemişimdir. goller kaçar,gol yenir ama o antrenörün mimiklerinde en ufak bir değişme olmaz. posizyondan sonra iki el kol işareti yapar, durumu bağlardı. işte benim de bu imajı yaratmam için büyük fırsattı bu maç. aslında düşündüm de takım elbise de bu konseptte uyuyordu. suratıma salakça bir gülümseme geldi. ama o sırada kameranın bana zoom yaptığını nereden bilebilirdim ?
ve en nihayetinde ilk yarı golsüz eşitlikle bitmişti. bense 45 dakika boyunca devre arası konuşmamı planlamıştım. eğer maçı kazanırsak oyuncuların maç sonu ''hocamız devre arasında öyle bir motive etti ki bizi'' tarzı demeçler vermelerini sağlayacaktım. soyunma odasına girince ağır ter kokusu beyin hücrelerime erişmesinden sonra, beynimdeki sınırlı sayıdaki hücrelerin bir çoğunun pert olmasından ötürü olacak ki,45 dakikadır kafamda kurduğum konuşmaya bir türlü yapamadım. ''haydi çıkın iyi oynayın'' diyebildim ancak.
ikinci yarının başlama vuruşuyla birlikte baskıyı kurduk. sağdan xavi kesti ortayı henry'nin mükemmel vuruşuyla 1-0 öne geçtik. herkes çılgına döndü. yedek kulübesi birden ayağa fırladı. ama ben oldukça soğukkanlılğımdan taviz vermeden gole sevindim. şimdi sıra bir iki ufak el hareketindeydi. kulübeye doğru elimi salladım.
2 dakika sonra ibrahimovic yanıma geldi. ''hayırdı ibo'' dedim. ''hocam oyuna sokmayacak mısınız? '' dedi. ''ne oyunu ibo'' dedim,''nerenden çıkarttın bunu?'' diye de ekledim. ''golden sonra elinizle hazırlan dediniz ya bana'' dedi. bozuntuya vermedim. ''haklısın ibocum,haydi gir bari,napalım''. bir işi de elime yüzüme bulaştırmasam olmazdı. mecbur henry'i oyundan aldım. çıkarken bana yan yan baktı. ama ben ağır başlı bir teknik direktördüm, oralı olmadım. sanırım yavaş yavaş morinho daha soğukkanlı olacaktım.
derken 89. dakikada beklediğimiz 2. gol gelmişti. ibo atmıştı. maçtan sonra gazteler benim bu değişikliğimden övgüyle bahsedeceklerdi. yine yedek kulübesindeki herkes ayağa fırlamıştı. çılgınlar gibi seviniyordu herkes. benimse içim içimi yiyordu. artık dayanılmaz olmuştu bu soğukkanlı teknik direktör havası. yardımcı antrenör falan da tahrik etmeye başlamıştı beni. gelip sarılmalar,cılgınca bağırmalar. tam bunların neticesinde kendimi takımla birlikte timsah yürüyüşü yaparken bulmuştum. birden kendime geldim. napıyordum lan ben ? 89 dakika sık dişini 90. dakikada timsah yürüyüşünde başı çek. o sırada takıma patladım ''bursaspor musunuz lan siz ? ne timsah yürüyüşü falan ?!!??'' puyol'a döndüm; ''ulan hep senin başının altından çıkıyor de mi lağğn bunlar,kocaman adamsın,utan utan '' dedim. pek s.klemedi. bense yarınki gazete manşetlerindeki timsah yürüyüşündeki kendimi hayal ettim. yedek kulübesinde uyuyan luis aragones olmayı yeğlerdim o an.
4. hakem maçı tam 7 dakika uzattı. ve 90+5 de victor valdesi kalemizden topu çıkarırken gördüm. o an dünya başıma yıkılmıştı. çizdiğim embesil teknik direktör imajına mı yanayım, yoksa giden şampiyonluğa mı ? türkiyede de sergen yalçın başta olmak üzere '' barselonaya kimi koyarsan koy şampiyon yapar'' eleştirileri de işin bonusu olacaktı. güle güle şampiyonluk ve soğukkanlı teknik direktör imajı.
neyse allahtan oyunu maçtan önce save etmiştim de kapatıp yeniden açtım.
0 yorum:
Yorum Gönder